
İlk Açlığın Gölgesİnde: İNSAN DÜNYADA NE YAPAR?
SÜEDA NUR DOĞANAY
Açlık, doyuma ulaşma ihtiyacının güçlü bir dürtüyle birleştiği yoğun bir deneyimdir. Açlık, ilk deneyimlenen hâliyle hayatta kalma içgüdüsüyle tetiklenmek, dünyayı ve ona bakışı böyle bir yerden şekillendirmek, aynı zamanda hem ruhsal hem zihinsel bir güven ortamı sağlama ihtiyacıyla da bir yaşam alanı oluşturmaktır. Varlığımızda mevcut olan bu asli deneyimin karmaşıklığını kavrayabilmek amacıyla açlığı ilk kez deneyimlediğimiz günleri hatırlamak yerinde olacaktır.
Dünyaya gözlerini henüz açmış bir bebek, anne karnından sonra içine düştüğü bu dış dünya içerisinde yeni hayatının ilk duyumlarını ilk kez açlık hissi üzerinden tanımaya ve anlamlandırmaya başlar. Anne karnının güvenli, korunaklı ve besleyici ortamından çıkarılan bebek, nefes açlığı, karın açlığı ve tüm diğer ihtiyaç ve kaygılarıyla birlikte, en erken güdüleriyle karakterize bir varoluşla annesinin kucağında doyurulmayı beklemekte, içine doğduğu bu yeni ve yabancı dünyada kendisini neyin beklediğini ise bilmemektedir. Bu kendisine ne olacağı belirsiz dünyada bebek, hayatta kalabilmesi adına güvenebileceği ve temel gereksinimlerini karşılayacak bir güce, bir dayanağa, bir anneye ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada, iyi bir annenin şefkat dolu kolları ve yavrusuna sunduğu besin, bebeğin temel güven duygusunu ve yaşamla ilk bağlarını oluşturacaktır. Besleyen ve anneyle ilk sevgi ilişkisini başlatan “iyi” bir besin kaynağı bebekte yaşamaya dair bir şevk ve arzu uyandıracak, böylelikle anneyle kurduğu bu temel ve simbiyotik ilişkide bebek, sadece ihtiyaç duyduğu doyumu almakla kalmayıp aynı zamanda yaşamda “tutulduğunu” da hissedecektir. Çünkü aç bırakılma korkusunu ve hatta her türlü ruhsal ve fiziksel acıyı uyandıran açlık duygusu, bebek tarafından bir ölüm tehdidi olarak algılanacak ve bu da bebeğe temel yaşamsal bir korku verecektir. Bu yüzden yaşamın ilk yıllarında annenin “yeterince iyi” olması ve bebeğinin ihtiyaçlarını anlayıp gereğince cevap verebilmesi, çocuk için dünyanın güvenilir bir yer olduğuna dair bir içsel inanç geliştirerek tüm yaşama bakış açısını belirler. Yeterince iyi anne, -ille de bebeğin kendi annesi olması gerekmez- bebeğin ihtiyaçlarına aktif olarak uyum gösteren kişidir.
Klein’a göre bebek, bu yeni doğduğu dünyayı anlamlandırmaya çalışırken kendi iç dünyasını da acıkan, doyum için saldırmaya hazır, yani doğuştan “kötü” ve zulmedici nesnelerle dolu olarak algılar ve acıkınca yapabileceklerinden, kendi saldırganlığından korkar. Tüm bu “kötü” ve dayanılmaz duyumlara sahip olmaktan duyduğu rahatsızlığı ise “iyi” olan annenin şefkatini, güvenini ve kendisine hissettireceği iyi duyguları, anne sütü aracılığıyla kendi içine alarak yatıştırmaya çalışır. Anne sütü burada iyi olan her şeyin ilk temsilcisi olacaktır. Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne bebeğin iç dünyasında yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse olumlu bir gelişimin temelleri de burada atılmış olacaktır. Bebek, dünyaya ve burada kuracağı tüm diğer ilişkilere, tüm yaşam biçimine ve açlığının yaşamı boyunca bir şekilde doyuma ulaşacağına, dolayısıyla güvende olduğuna ve olacağına dair bir inanç geliştirir. Bunun aksi bir senaryoda ise bebek, bu dünyanın güvensiz, diğer insanların güvenilmez ve kendisinin ihmal edilebilir olduğuna, dolayısıyla ihtiyaçlarının karşılıksız kalacağına dair bir endişe geliştirir ki bu da çocukta yaşamı boyunca hissedeceği tüm kaygıların temellerini atar.
Winnicott’a göre "yeterince iyi anne" bebeğin ihtiyaçlarını başta neredeyse tamamen karşılayan, ancak zamanla bebeğin bağımsızlık kazanmasına izin veren bir annedir. Bu anne, bebeğin yaşamının ilk dönemlerinde onun tüm ihtiyaçlarına duyarlı ve tepkisel bir şekilde yanıt verir. Bu süreçte bebek, dünyayı güvenli bir yer olarak algılar ve bu güven duygusu, bebeğin sağlıklı bir şekilde gelişmesi için temel oluşturur. Ancak "yeterince iyi anne", tam anlamıyla ve mükemmel bir bakım sağlamaktan çok, bebeğin bireyselleşme ve ayrışma sürecini destekleyen bir bakım sunar. Bebeğin gelişiminin ilerleyen aşamalarında anne, zaman zaman bebeğin ihtiyaçlarına tam olarak cevap veremez ve bu eksiklikler, bebeğin dış dünyayla başa çıkma becerilerini geliştirmesine olanak tanır. Bu, bir tür “küçük hayal kırıklıkları” süreci olarak görülebilir ve bebek, bu hayal kırıklıkları aracılığıyla gerçeklikle başa çıkmayı öğrenir. Ortada yeterince iyi bir anne olmadığı sürece, bebeğin haz ilkesinden gerçeklik ilkesine geçmesi ya da birincil özdeşleşmeyi gerçekleştirip onu aşması mümkün değildir. Annenin, bebeğin ihtiyaçlarına uyum göstermedeki yetersizliği, nesneleri ve dış dünyayı gerçek kılar, yani sevildikleri kadar nefret de edilebilen şeyler hâline getirir.
Anne memesi, bebek için yalnızca fiziksel bir besin kaynağı değildir. Bebek, bu kaynağa beslenme ihtiyacının ötesinde anlamlar yükler ve onu güven, şefkat ve huzurla ilişkilendirir. Meme, iyi hâlinde, bütün anne iyiliğinin, tükenmez sabır ve cömertliğin ilk örneğidir. Böylece bu annesel ve ilksel nesne, umudun, güvenin ve iyiliğe inancın temeli olarak kalır. Ancak burada bir açmaz ortaya çıkar. Annenin bu hâliyle, mükemmel bir sevgiye layık ve tüm iyilikleri içinde barındıran bir sevgi nesnesi olarak varoluşu, bebeğin aynı zamanda hissettiği, açlığının neticesinde ortaya çıkmış olan saldırganlığının yöneldiği nesnedir de aynı zamanda. Bebek, bulduğu bu annesel iyilik hazinesini almak, daha fazla almak, tüketene kadar içine çekmek ister fakat bir yandan da bu kaynağın tükenmesinden veya buraya zarar vermekten korkar. Bebek, aynı kişiyi hem saldırganlık hem de sevgi duygularıyla ilişkilendirmeyi böyle bir duygusal dualite ile öğrenmeye başlar. Tüm bu duyguların bir aradaki çatışmalı varoluşu, ortaya bir çift değerlilik duyumu ortaya çıkarır. Bu çift değerliliğin kabulü ise bebeği depresif bir konuma iter. Saldırgan duygular beslenen anne, sevilen anne ile bir ve aynı şeydir. Böylece kişi, bir şeyi tamamen iyi ya da tamamen kötü görmek yerine, onu daha gerçekçi ve bütünlüklü bir şekilde tanımaya başlar. Ancak, sevdiği şeye zarar verme korkusu da varlığını sürdürür ve yaşamın ilk suçluluk duyguları böylelikle ortaya çıkmaya başlar. Suçluluk, bir tasalanma duyumunu beraberinde getirir. Dolayısıyla tasalanma, sevginin bir belirtisi olarak vardır. Zira sevilen nesneye bir zarar vermekten korkulur. Keza onarma çabaları da sevginin bir sonucudur. Çift-değerlilik, kişinin karmaşık ve kopuk düşüncelerinin yerini, artık daha dengeli ve bütünlüklü bir iç dünyaya bırakması sürecini anlatır. Klein’a göre bu çift-değerlilik (ambivalans) duyumu, insanın yaşamda ulaştığı en yüksek düzeydir. İç sıkıntısıdır, açımlanamaz olandır. Kaçınılmaz olandır da belki. Doyumu ve sahip olmayı istemek, alınca sahip olmak fakat bununla da memnun olamamak, bir seçimin diğerini gölgede bırakması, gölgede kalanın huzursuzluğu, bir bitmeyen çatışma, bir bitmeyen telaş, bir bitmeyen trajedi, belki de yaşamın ta kendisidir.
Bu sebepledir ki, “İnsan, karnı doyunca huzuru kaçan tek canlıdır.” derler.
Kutsal metinlerdeki Âdem ve Havva anlatısı, belki de açlık ve doyum hissinin en insani ve temel arkaik örneklerinden biridir. İnsan, yeryüzünde açlıkla ve doyumun getirisi olan huzursuzlukla var olmuştur. Diğer canlıların aksine karnını doyurunca uyuyup dinlenmek yerine çalışmaya başlar. Hâlinden memnunken daha fazlasına; yaşarken, sonsuz yaşamaya, sınırlar içinde mutlu ve konforluyken bile sınırları aşmaya iştiyakı belki de bu yüzden insanı dünyada var eder. Anlatıya göre sonsuz yaşam isteği, yasak meyveyi yemenin de motivasyonudur. Âdem ve Havva anlatısındaki yasak meyve, insanın aşkınlığına, sınırları aşmaya ve “daha fazla” olana duyduğu temayülün meyve üzerinde temsillendirilmiş bir yansımasıdır. Dünyayı keşfetmeye çalışan, annedeki “iyi” nesneyi fazla ve daha fazla almayı isteyen ve bu daha fazlanın “küçük” insana hissettirdikleri, sevgi, suçluluk ve ambivalans, bu yüzden insan ruhsallığının temelidir. Mirastır. İnsan olarak hayat bulmuş olmanın gerçeğidir belki de. Dünya tarihinde bir fark yaratmış her oluş, insanların sergilediği ve bazen diğerlerine anlaşılması bile zor gelen riskli davranışlar, cüretkâr girişimler, yaşanan kaygılar ve bunlara rağmen hayatı tehlikeye atmak pahasına yapılan atılımlar… Bunların hepsi doyumun getirdiği bir huzursuzluğun ya da insanın duyduğu sınırları aşma açlığının birer ürünü olabilirler. Bu sebepledir ki rutin ve konfor insan için can sıkıcıdır.
Güvenli alanından kopmuş, zayıf, çıplak ve aciz bir varlık olan insan, kendi güvenliğini sağlamak, uygarlıklar kurmak, dünyada var olabilmek ve buraya uyum sağlamak için dünyayı değiştirerek, bunu yapamadığında da dünyayı kendine uydurarak, doğada olmayanı oluşturarak ve hayal edip inşa ederek varlığını sürdürmek durumunda kalmıştır. Belki de bu yüzdendir ki insan, kabına sığmayan, yenilik peşinde koşan ve gelişmek zorunda olan, bunu isteyen ve arayandır.
KAYNAKÇA
Canan, S. (2020). İnsanın fabrika ayarları: sınırları aşmak. Tutikitap Yayınları.
Freud, S. (1923). Haz ilkesinin ötesinde ve Ben ve id (A. Babaoğlu, Çev.). Metis Yayınları, 2001.
Klein, M. (1957). Haset ve şükran (O. Koçak & Y. Erten, Çev.). Metis Yayınları.
Prat, R. (2021). Narsisizmin temelinde... öteki: erken ilişkisel deneyimlerin doğası. İçinde F. Özenen (Ed.), Narsisizm (Psikanaliz buluşmaları serisi 7, ss. 9-27). Bağlam Yayıncılık. (Çev. F. Faracı)
Winnicott, D. W. (1971). Oyun ve gerçeklik (T. Birkan, Çev.). Metis Yayınları.